Esra Karaduman Okay'ın annemin kısa bir süre önce çıkan "SARE -Bir Kadın Tanıdım Yaşarken" adlı romanını adeta bir röntgen filmi çeker gibi okuyacağını ve sonrasında eleştirilerini "dürüstçe" sunacağını tahmin etmiştim. Tahmin etmediğim, bize yapacağı sürprizdi. Sıkıntılı bir günün akşamında, sabaha karşı açtığım e-postamda aşağıda yayınlayacağım yazısını görünce Esra Karaduman Okay'ın kitaplarla kurduğu iletişime bir kez daha hayran oldum... Ben ona bundan sonra "Kitaplara Fısıldayan Kadın" diyeceğim....
BİR YAŞAM BİR TARİH
Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Kafkasya’dan kız
çocuklarının kaçırılıp, saraya, konaklara cariye ya da köle olarak
satıldıkları, aslında herkesin kulaktan dolma da olsa bildiği bir konudur. Çok
çok eski zamanlar da olmuş olmasından ötürü ya da kulaktan duyulduğu için, kim
bilir, masal gibi gelir insanlara. Bu
tarz olayların hangi yaşamları nasıl biçimlendirdiği üzerine, doğrusu çok az
kafa yorulmuştur. Bir taraftan müslüman
oldukları için Rus yönetimlerinden zulüm gören,
evleri yakılan yıkılan ve göçe zorlanan
millet diğer taraftan İstanbul’da satılmak üzere kaçırılan küçücük
kızlarının çilesiyle boğuşmaktadır.
Çaresizliklerin hangisini tercih etmek ister ki insan? Tabi ki hiç birisini. Ama bazen kader
zorlayıcı olur ve birisini reddetmek isterken hepsini kabul edip yaşamak
zorunda kalabiliriz. Kafkasya’nın acılarla ve yaşam mücadelesiyle dolu tarihine
yakın bir dokunuşla, yaşanmışlıkların aktarılmasıyla, tanıklık eden bir romanla
ben de açtım gözlerimi.“Sare”
Uzun adıyla “Bir Kadın Tanıdım Yaşarken SARE” . Bu roman Canan Doğu Demir’in ilk romanı. Gerçekten kitabın adında geçtiği gibi, Canan Hanım, Sare’yi tanıyor hem de çok yakından. Bu yakın tanışıklığın ona mirası, Sare’nin hiç de kolay olmayan yaşamının, yazılmasını istemesi. Ve ona bu amaçla günlüğünü bırakması. İşte böylesi bir sorumlulukla çıkıyor Canan Hanım yola. Bilgi ve belgeleri, şahitlikleri, dinlediklerini, gördüklerini bir güzel harmanlıyor belli ki. Sonra bir roman yapıyor onlardan. Oldukça keyifli bir roman hem de…
Herkesin hayatı bir romandır aslında. Bunun içindir ki şu sözün doğruluk payı olduğuna inanırım ben. “Yazsam roman olur”. Aslında iş biraz da burada başlıyor. O yüzden sormak lazım kişiye “yazsan roman olur mu” diye. Çünkü “yazmak”tır burada işin özü. Öyle anı-romanlar vardır ki, roman olamamış. Canan Hanım, Sare’ye verdiği sözü tutarken, edebiyatı da üzmemiş, gönlünü almıştır. Sare’yle Canan Hanım arasındaki akrabalıktan ben söz etmeyeceğim. Okur bunu romanın sonunda kendisi öğrenecek nasıl olsa. Her şeyi devletten beklememek lazım değil mi?
Şimdi biraz romana uzanalım: Hatice köyünde koyunlarla oynarken evinden biraz uzaklaşır. Bunun farkına vardığında ise artık tehlikenin içine düşmüştür. Oysa o da, tıpkı kırmızı başlıklı kız gibi, uyarılmıştır ama oyunlarının içinde yaşayan bir çocuktur sonuçta ve iplerin elinden kaçıp kaderin eline geçtiği an gelmiştir. Bir daha hiç oyun oynayamayacak ve birden bire büyümek zorunda kalacaktır.
Hatice’nin Kafkasya’dan kaçırılarak çıktığı yolculuk zorlu bir yolculuktur. Zorlu ve sonu belirsiz. O yaşlarda bir çocuk için fiziksel şartlar çok ağır, ruhsal yoksunluklar üst düzeydedir. Bu yolun sonunda sadece kaderin ona iyi niyeti ve karşılaşacağı insanların insafı düzeyinde huzur ve mutluluk bulacaktır. Dünyaya gelirken sahip olduğu aklı ve ailesinin ona verdiği yaşam becerisini üst düzeyde kullanarak şekillendirecektir yaşamını artık. İlk zamanlar hep kaçıp köyüne dönmek isteyecek, ardından bunun mümkün olmadığını kabullenip, yaşadığı yerdeki ev sahibinin onu köyüne göndermesinin hayalini kuracak ama bunun da imkansızlığını görüp vazgeçecektir yıllar içinde. Bu arada kızının hasretiyle yanıp tutuşan bir aile vardır hala koparıldığı yerde. Koca İstanbul demeden kızını aramaya çıkan bir baba. Kaçırılan onca kız çocuğunun içinde benimkini nasıl bulurum demeden kapı kapı kızını arayan bir baba. Yıllar geçti ölü mü sağ mı demeden, umudunu kaybetmeden kızını arayan bir baba. Az sonra demeyeceğim ve tabi ki sonunu söylemeyeceğim. Çünkü okurun elinden o satırları okuduğunda hissedeceklerini çalmak istemem.
Hatice’nin İstanbul’a gelip kendine biçilen hayatları yaşamaya alışmasından sonra, yani bu geçen süre içinde Kafkasayada zulümler iyice şiddetini artırmış, Müslüman halkın evleri barkları yakılıp yıkılmış ve insanlar göçe zorlanmıştır. Hatice yeni hayatında bu yurdundan sürülen bir çok insana İstanbul kapısı olacaktır. Tanıdık tanımadık bir sürü göçmenin İstanbul adresi olan Hatice’nin evinden saraya da bir cariye gidecektir.
Cariye demişken, malum, popüler kültürümüzün en vazgeçilmezleri arasına giren televizyon dizileri, bize neyi nasıl arzu ederse öyle anlatma ve kabul ettirme gücüne sahip günümüzde. Bunlardan biri de padişahla, paşalarla, sultanlarla, cariyelerle dolu koca bir harem resmi çiziyor ekranlarda. Toplumun büyük bir kesimi tarafından beğenilen, takdir gören, hani bir mümkünü olsa taklit edilecek olan bu yaşam tarzı, gerçekten bu kadar albenili, tutkulu ve özenilesi mi? Eğer tarihçilere inanacaksak değil. Ama her hafta ayrı bir duygu seliyle akmak dururken, kim ne yapsın tarihçileri değil mi? Çoluk çocuk diziliriz ekran karşısına, al sana, Osmanlı gelmiş evimize. Ne diye o tarihçinin bu tarihçinin anlattığıyla kafa yoralım şimdi, kaçıralım keyfimizi. Ama öyle değil tabi. Bir de gerçekler var. Tarihi kişilikler yazarın keyfine göre servis edilebiliyor topluma. Yazar hangi gözlüğü takarsa işte öyle. Ben de izleyenlerin, okuyanların yakın tarihi, dizilerden ve romanlardan öğrenmesini isterim. Ben de bir okur ve izler olarak bundan keyif alırım ve bunu desteklerim. Çünkü bu yöntem gerçekten eğlenceli, kolay ve çabuktur. Ve buna verilecek örnek de ülkemizin geçmişinde ve halen tüm dünyada boldur. Ama bugün malesef bu konuda kısırlık gündemde. Her konu da olduğu gibi. Tarihi olayların akılcı ve o güne uygun bir kurguyla şekillenerek ve belli bir dil lezzetiyle kaleme alınması tadına doyulmaz bir keyif verir. Ve insanın hem belleğinde hem de ruhunda izler bırakır. “Sare” okuru, saray hayatına, hareme, padişahın eşlerinden biri olma haline anılar üzerinden bakıyor burada.
Hatice’yle başlayan roman, torunu Sare’nin ölümüne dek sürecek olan uzun bir zamana yayılır. Kafkasya’dan kopan bu insanların öykülerinin büyük bir kısmı Türkiye’de geçer. Bu uzun zaman diliminde de kudurmuş devletlerin çıkardığı dünya savaşı, paylaşılmak için çırpınılan Osmanlı İmparatorluğu, kurtuluş savaşı, imparatorluğun kaçınılmaz çöküşü ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu vardır. Savaşlar, acılar, yokluklar, erken yaşanan kayıplar kaçınılmaz olarak üzüntü verirken, insanların hayatta kalma savaşının içinde acıların çabuklukla sağaltılması gereği de ayrıca okur olarak beni derinden etkiledi. Ve de çok düşündürdü… Bugün düşündüğümde katlanılamaz diyebileceğim acılar yaşayan insanların o günün olumsuz koşullarının dayatmasıyla ayağa kalkması ve hayatına olduğu yerden devam etmesi, insan denen varlığın gücü konusunda beni şaşkınlığa uğrattı çoğu yerde. Özellikle savaşların toplumlar üzerindeki yıkıcı etkisine bir kere daha tanıklık ettim “Sare”’yle. Çünkü savaşların yıkıcı etkileri sadece savaşan ülkeler için değil, tüm dünya için kötü ve acımasız. 2. Dünya Savaşı’na girmeyen Türkiye Cumhuriyeti, o yıllar boyunca savaşın soluğunu ensesinde hissederek ve korku içinde yaşayacaktır. Tüm ülke için olduğu gibi Sare ve ailesi için de zor günler kapıdadır bu yıllarda.
Sare de Hatice gibi sevgi dolu bir yuvaya doğan mutlu bir
çocuktur. Ama ne yazık ki onun da mutluluğu çok kısa sürecektir. Kaderin
kurguları insan aklının alamayacağı ve çoğu zaman da kabullenemeyeceği
şekildedir ne yazık ki. Kötü günler başladığında Sare, henüz küçük bir kız
çocuğudur. Anne ve babasını kaybeder. Ve
torununa hayatı boyunca her koşulda sahip çıkmaya çalışacak olan Hatice, Sare’nin tek dayanağıdır. Onun
hayatının üzüntülü durakları çok olacaktır ama taparcasına sevdiği çocukları ve
tutkulu aşkı ona tüm üzüntüleri göğüsleme gücü verecektir hep. Hayatın semalarında uçmayı bilirken çamurlu
yollarında da yürümeyi öğrenecektir.
Konak hayatından kira odasına uzanan yaşamında her duruma uyum sağlayacak ama hiçbir durumda
onurundan vazgeçmeyecektir.
Evet, hüzünlü bir roman bu. Yaklaşık yüzyıllık bir hikaye
anlatılan. Ve bu sürede tarihi olayları fonda veren yazar, sosyal yaşamın
olgularına da değiniyor. Bunu bilinçli olarak yapıp yapmadığını bilmiyorum ama
roman bize o zaman ki yaşam tarzlarını da öyküleri kurarken aktarıyor. Konak
hayatından başlayıp yavaş yavaş halkın yaşadığı mahallelere doğru bir gözlem
yapmak mümkün. Bu da romanın başka bir tarafı… Bazen insan, üzerine bir battaniye alıp şöyle bir uzanmak ister ya hani, benim için bazı romanlar öyledir. Sıcacık bir battaniye gibi… Sığınma potansiyeli olan, beni kendi gerçeklerimden uzaklaştıran, başka yere ve zamana götürenler… “Sare” onlardan biri. Keyifle okudum…
Esra Karaduman Okay
Sare'yi okumak isteyenlerin aşağıdaki linklerden birine tıklamaları yeterli...http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=VZJQP7383K4TYI3KSD9K
http://www.arkeolojisanat.com/tr/product_details.asp?product=901
http://www.netkitap.com/arabul2.asp?select=Kitap+ad%FDnda&ad=sare&x=23&y=5
http://www.kitapvadisi.com/prddet.php?pid=812996
https://www.firsatkitap.com/kitap-detay/sare-bir-kadin-tanidim-yasarken/10233.html
http://www.limonkitap.com/kitap/sare-bir-kadin-tanidim-yasarken-p519301.html
http://www.kitapelinizde.com/kitap/773716/sare__bir_kadin_tanidim_yasarken_canan_dogu_demir.htm
http://www.kitapambari.com/kitap/bir-kadin-tanidim-yasarken-sare-p547437.html
3 yorum:
Hemen alıp okuyorum!
Haftasonum kitaba adanmış vaziyette
Yorumları bekliyoruz o zaman:) Nickine bayıldım bu arada:)
Yorum Gönder